• Nisan 19, 2024

BAŞTAN ÇIKARAN SATAŞMA

BySemih Hasançebi

Eyl 30, 2020

YAŞAR BEDRİ

ne zaman akşamın kızıl duvaklı gelini ufka kurulur, derin boşlukta sessizliğin sesi ve vadiyi sürünüp gelen rüzgâr okşar saçlarımızı, bu mahşer müthiş bir keyif verir insana.

motosikletten alet edevatını indirmiş, günün son ışıklarıyla çadırını kurmuşsundur. kahveni hazırlayıp akşamın son kızıllığının büyüsüne kapılıp, yorgunluğunun keyfini çıkarabilirsin.

rüzgârın ve sonsuz boşluğun, tütünün ve kahvenin ayartıcılığı öylesine baskındır ki; bu reddedildiği, terk edileceği yerde; aşkın(lığın)ı, ayartıcılığı, heyecanını yeniden doğurup, tetikleyen bir süreçtir aynı zamanda.

yıllar önce bu heyecana, sıcak motordan sızan yanık yağın kokusu da eklenirdi. boksör bavyera’lımın eklemlerinden sızan yağın mahallini boz renkli toz kümesi sarardı. bu bir yaşanmışlığı imlerdi. şimdi kullandığımız teknik özellikleri yüksek makinelerin hiç sorun vermemesi rahatsız ediyor biz eski kafalıları.

şöyle bir düşündüm de; ilk motosiklet yolculuğumun üzerinden tam 22 yıl geçmiş. birkaç yıl otomobille yaptığım yolculuk haricinde hep demiratım serüvenlerimde binitim olmuştur. üç yolculuğumda iki motorlu çıktım sadece. istediğim frekansı hiçbirinde yakalayamadım. motosikletin yalnız paylaşılması gereken bir tutku olduğu gerçeğini, gizemini hala saklı tutuyorum. binicisinin motoruyla çok özel, öznel bir frekansı vardır. bana ait bir haslet değildir hiç şüphesiz, onu nesne olarak görememe özrüm var.

onun dişil bir ayartıcılığı olmuştur hep. bu çekim alanında onun bütün konuştuklarını duymaya başlarsın. her motor binicisine özeldir, aralarında metal-insan ilişkisinden öte çok özel bir diyalog vardır.

geleneksel geleneğin modern düzlemde ürettiği sanatı ayrı tutarsak, modern zamanlarla, modern bilimle; gerçeklik mazmunlarını ve şey’lerin nesnel yargılanmasını sahiplendiği için, ve dahi gelenekselle alay ettiği için barışık olamadık hiç. bu ön saptamadan sonra motosikletin, modern dünyanın, şeytan icadı olan bir argümanı gibi görülse de primitif bir ruhu olduğunu, bozkır ve çöl bilincini taşıdığını çok iyi biliyorum. belki bu iki kontrast dünya görüşü arasındaki “köprü” olma özelliğini hiç kaybetmedi.

gerze girişinde şehre nazır tepede sigara molası verip hareket ettim. gökyüzü mavi atlas, pırıl pırıldı.

zamandan da az bir zaman dilimi geçmedi, çeyrek saat bile olmadan, gökyüzü bilinmezin kuyusundan topladığı yağmuru gök gürültüsüyle ve bir hışımla döktü üstüme. neye uğradığına şaşırmak, deyimi böyle bir zamanda icat edildi sanıyorum. yağmura hazırlıksız yakalanmak da böyle bir şey olmalı.

yol kenarında iş makinesi çekili dama sığındım.

bu kısa yolculuk sürecinde kuru yerim kalmamıştı. köy evinin saçağında yağmurun dinmesini beklerken evin konuksever delikanlısı üzerimi değişmem, çay ikramı için buyur etti evine.

elimde çay bardağı puslu gökyüzüne, hiç soluk aldırmadan boşalan yağmura bakıyorum. bir ara diner gibi yapıyor, peşinden esintili bir sağanak denizden topladığı suyu boca ediyordu yeryüzüne. parladı gökyüzü. yol hazırlıklarıma başladım. an be an gökyüzünün hareketi değişiyordu. yine aynı kısır döngü.

gelenler, sele kapılıp kaybolan belediye başkanlarını anlatıyordu yağmurluğunun çene boşluğunu aralayan köylü.

iki saatten fazla dinmesini beklediğim yağmurun ısrarla yağmasını izledim.

sinop üzerinden devam etmenin kötü bir tercih olduğunu anlamıştım. rotamı değiştirip güneye inmeliydim.

iç kesimlerde hava durumunu öğrenmek için betül’ü aradığımda kastamonu’da bunaltıcı bir güneşin olduğunu söylüyordu.

konuksever ev sahibinin ısrarına rağmen yağmurun ara vermesini fırsat bilerek hareket ettim. kıyı yı terk edip kastamonu’ya inecektim.

motoruma yerleşmemle sağanaktır yolumu kesti. kalmam için yapılan ısrarlara rağmen yola çıkmıştım geriye dönemezdim.

, sellere dönüşmüştü. dağdan kopup gelen sel, taşları ve ağaçları yola sürüklüyordu. fırtına ve sis, gözlüğümün camlarına biriken buharla görüş mesafemi tamamen kısıtlamıştı. bu bir tufandı, hayatımda ilk kez yağmur bu kadar korkutuyordu beni. her an, yolu deniz gibi örten selin beni sürükleyeceğini düşünmekten beynime ağrılar girmişti. selden korkan otomobil sürücüleri yağmurun geçmesi için yol boyu park etmişti durmak mümkün değildi. selin içinde görmediğim bir çukur veya taş engeli ile devrilecek olsam, selin beni sürüklemesi ve boğması işten bile değildi. sonrasını düşünmek bile kâbus oluyordu. sığınacak hiç bir dam ve ağaç altı yoktu. bir saat (belki daha fazla) süren sulu bir yolculuktan sonra akaryakıt istasyonu kurtarıcım olmuştu. yağmur tulumum dikişlerinden aldığı su ile içerimde

kuru yer bırakmamıştı. benim iki tekerle yaptığım yolculuğu çılgınlığın ve deliliğin ötesinde, ahmakça görüyordular. o tufandan kazasız belasız çıktığıma inanamıyorum.

kastamonu güzergâhından gelen şoförlere yol durumunu soruyorum.

anlatılana göre güneye indikçe yağmur azalıyormuş. “dranaz’dan sonrası günlük güneşlik,” diyorlar. bu açıklama ile rahat bir nefes alıyorum.

dranaz geçidi yarım saatlik yolmuş. bir koşuda alırım diye düşünüyorum.

üstümü değiştim. yağmura direnme gücü olmayan son elbisemle, son ekipmanımı giyiyorum. ikram edilen çay iyi gelmişti. yağmurun hızını kestiği bir anda ateşledim demir atımı.

mukavelemiz varmış gibi, ben ondan kaçtıkça üstüme üstüme geliyordu, mıknatıs gibi çekiyordum yağmuru. sis, karanlık beyaz perde gibi serilmişti dağ yoluna. motorumla binicisi iki tedirgin oyuncu gibi gökyüzünden gelen suflenin kesilmesini bekliyorduk. uzatmaların oynandığım anlarda bir an önce güneşle yüzleşmenin hayalini kuruyordum.

1330 rakımlı dranaz geçidini geçince yağmur hızını kesmişti. kesintili yağıyordu

dağın iniş yolunu yarılayınca yağmur bulutundan çıkmış güneşli bir gökyüzü ile buluşmuştum.

ıslak elbiselerim üşütmeye başlamıştı. güneşin son rövanşını kaçırmak istemiyordum. dağın güney yamacı sıcaktı. tütün molası verip elbiselerimi kurutmak için kayalık bulmuştum. giyeceklerimin bir kısmını kayanın üstüne serdim. perşembe pazarı sergisine dönüşmüştü orası. birkaç sürücü ne satıyorum diye merak edip yanıma gelmişti bile.

yarım saate kalmadan güneş mağarasına çekilmişti. gölgeyle serinlemişti orası. ne kadar naylonla örtmüş olsam da battaniyem ve yastığım da yağmurdan nasibini almıştı, çadır açma ihtimalim yoktu. en yakın konaklama biriminde temiz bir uykuyu hak etmiştim. hava soğumuştu, yarıya kuruyan elbiselerin içinde üşümemek için hızımı kesmek zorunda kalıyordum.

kastamonu’da gecelemeyi düşünüyordum, üşüdükçe; önce taşköprü, ya da hanönü’e karar kıldım. yol ayrımından doğuya yönelip boyabat girişindeki ilk motele saptım. ıslak elbiselerimi kurumaya bırakıp keyifli bir duş aldım. sıcağı özlemiştim. sanki yıllardır kutuplarda yaşıyormuşum hissine kapıldım. kâbus dolu günün kazasız belasız bitmesi bana bahşedilen en büyük ödüldü.

kitabımı okumak için uzandığım yatakta bir sayfa bile okumadan uyuyakalmıştım.

gecenin geç saatinde uyandığımda ilk işim giysilerimi kontrol etmek oldu. sabaha kadar kuruma ihtimalleri yoktu.

3 Temmuz 2006/ Kastamonu, Bolu, Bursa

Erken kalkıp yol almayı sevmişimdir hep. Sabah soğuğu üşütüyordu. Eldivenlerimi değişip, tulumumu giydim. Betül (Tarıman) aradı. Kahvaltıya beklediğini söylüyordu. Kastamonu’ya yaklaşık 100 km yolum vardı ve Samsunda yaptığım hafif kahvaltıdan beri, yirmi dört saattir yemediğimi hatırladım. Bu süreyi hatırlamasam Kastamonu’ya zevalsiz yetişebilirdim ya… İlk lokantaya sapıp atıştırdıktan sonra, güneşinde ısıtmasını terkime alıp yoluma devam ettim. Şair dostumun geciktirdiği kahvaltıya yetişmiştim.

Yolculuklarımda gideceğim bölgenin hava durumunu sık sık takip ederim. İstanbul’un rüzgârlı ve yağmurlu olduğu raporunu aldım. Bir an önce Ege’ye inmeliydim.

Karabük’e kadar güneşin keyfini çıkararak sürdüm. Eskipazar’da sancılı yağmur bulutları karşıladı beni, Gerede’ye kadar yine yağmurla sürdüm. Bolu’da olması gereken Şair dostum Ayşe’yi (Keskin) hava durumunu öğrenmek için aradım. Yağmurla köşe kapmaca oynuyordum.

Bolu ve Düzce’yi yağmurla geçtim. Gökyüzü bütün yıl gözyaşlarını sanki benim için biriktirmişti. Bunca yıldır motor yolculuğu yaparım, dağ kroslarımı saymazsak hiç bu kadar çok yağmurlanmamıştım.

Gölcük-Yalova yağmura misilleme olsun diye açık ve keyifli bir yolculuk hakkı tanımıştı bana. Akşamın bittiği yerde başlamıştı Gemlik. Bursa’da konaklamayı planlamıştım.

Yağmur, fırtınaya, rüzgâra devretmişti hakkını. Gökyüzünde bulutlar şekilden şekle giriyordu. Yağmur tedirginliği öylesine işlemiş ki içime. Beni korkutmak için birkaç damlası bile yetiyordu. Gecenin sesini ve rüzgârın sesini dinliyordum. Belki ilk kez rüzgârın ayartıcılığına, erotikasına, baştan çıkaran çağrısına bir ad veriyordum. Baştan çıkaran, müthiş bir sataşmaydı gecenin ve rüzgârın sesi.

Gece yarısı yaklaştıkça şimşeklenen gökyüzünde perdelenen bulutlar ve yol boyu kümelen ışıklar üstüme üstüme gelmeye başlamıştı.

Adını hiçbir zaman hatırlayamayacağım bir ilçede, gene adını hatırlayamayacağım otelin lobisine girdiğimde uyku gözlerimden akıyordu. Islak elbiselerimi alıp asansöre bindiğimde yorgunluktan asansöre yığılıverip oracıkta uyumayı çekti canım.

Duşumu alıp, su alan bir şilep gibi devrildiğim yatakta, kitabın sayfasının ilk cümlesini yarılamadan uyuyakalmıştım bu kez.

Gece uyandığımda perdeyi aralayıp gökyüzüne, şehrin meydanına baktım. Şiddetli rüzgârın, yolun karşısındaki damın çinkosunu sökmüş, tangırtılarla kuduz düğünü yapıyordu.

Gecenin geri kalan kısmını uykusuz geçirdim.

4 Temmuz/ Balıkesir-Ayvalık

Sabah, hatırı sayılır bir rüzgârla ayrıldım adını belleğimden sildiğim kasabadan.

Ayvalığa vardığımda hummalı bir hareketliliğin içinde buldum kendimi. Gece Şeytan Sofrası’nda çıkan yangın sabaha kadar sürmüştü. Soluk soluğa koşan yangın söndürme araçları soğutma çalışmalarını hâlâ sürdürüyordu.

Rehberimle buluştum. Sevinç’le Yangın mahalline vardığımızda, dumanı üzerinde kül yığını keyfimizi iyiden iyiye kaçırmıştı. Bütün gece yöre sakinleri teyakkuz halinde, uyumadan; rüzgârın şiddetiyle söndürülmesi imkânsızlaşan, kocaman alevleri çaresizce seyrettiklerini anlatıyor Sevinç.

Sahile iniyoruz. Karabulutlarla örtünüyor gökyüzü.

Temmuz ayındayız ve deniz buz gibi soğuk.

Beni bıkıp usanmadan arsız bir kapkaççı gibi takip eden yağmurla Ayvalık’ta da buluşuyoruz. Bu yıl yağmuru kabul yılımdı zahir. İnsan sakındığının hışmına uğrar derler ya. Hiç barışık olmadığım yağmur yakamı bırakmamıştı Ayvalığa kadar.

GÜNLÜĞÜMDEN OKUMA NOTLARI:  

 1- Birden hava bozdu. Sağanaktır koptu. Bir dam altı bulana kadar sırsıklam oldum.

2- Sağanak altında Dranas’a kadar sürdüm. Boyabat’ta bir motele yerleştim. Kuru tek elbisem kalmadı.

3- On kadar derin sel yatağından geçtim. Delilik bunun adı. Bu gün ölüm meleği hep benimleydi. Ama yolun ucunda sevincimin delisi bekliyor olmalı.

4- Yağmur yakamı bırakırsa yarın öğlede orda olurum. Dua et.

5- Çay için durdum, Şeyh’i bilen yoktu. Maalesef göremedim. Rehberim olmalı.

6- Bence gönlün neredeyse orada konakla. Her şeyi donsun bırak…

7- Hep mola veririm. Yazın gelir. Bursa’yı geçtim . Karacabey’de otel arıyorum. Çok rüzgâr var. Savuruyor motoru, kovaladıkça zorlaşıyor yolculuğum.

5- Kalbimdeki fırtına ne zaman dinse, kimse olmaz yanımda. Çadırımı çimene kurdum. Hep eksiği olacak ama. Hüznü böle sevmeye alışıyorum.

6- Şaşkınım çok. Adres defterini ve kurumaya bıraktığım motor elbiselerimi Gerze’de yağmurda sığındığım evde unuttum. Çok rüzgâr var.

7- Sanırım benim sorunum bulmak değil, arıyor olmak. Bulduğumu sandığım anda!.. Offf… Ha akşam börülce yedim

8- Güzel bir parkta ağaçların gölgesinde rüzgârın sesini dinliyorum. Sen de kendi parkına git benle konuşuyor gibi yap. Maksat hâsıl olmuş olur.

9- Nuh un gemisini hatırla. Gemi kalktı sen kıyıda kaldın!..

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.