• Mayıs 1, 2024

BABAM HAKKINDA HER ŞEY

BySemih Hasançebi

Eki 7, 2020

Pedro Almodovar’ın meşhur filmi “Annem Hakkında Her Şey” yazar olmak isteyen genç bir çocuğun annesiyle geçirdiği doğum gününde başlar, bu genç çocuk babasını tanımadan büyümüştür. Evdeki fotoğrafların hepsinin yarısı yırtıktır, hiçbir fotoğrafta babası yoktur, “fotoğraflar gibi hayatımın da yarısı yok” diye söyler filmde. Yine bir başka film olan “Dünya’da 20.000 Gün”de Nick Cave, terapistiyle konuştuğu sahnede, aslında pek sağlıklı iletişimi olmayan babasının onun sanatçı karakteri üzerindeki etkileri anlatır. Cave, babasının sadece Nabokov’un “Lolita”sını okurken kendi olabildiğini gözlemlediğini söyler. Ben bu gibi sahnelerle kendi hayatım arasında hep bir paralellik kurar, benzerlik ararım istemsizce. Sanatla ilgilenmeye başladığımızda da ilk önce içselleştirebildiğimi eserler dikkatimizi çeker, sonrasında da bu seyirin buna benzer devam ettiğini düşünüyorum.

Almodovar’ın genç yazarı gibi babamdan uzakta büyümedim, hatta ilk çocuğu olduğum için birbirimizin büyümesine şahit oldum dersem yeridir, üniversite yıllarıma kadarsa babamla kurduğum ilişkinin çok açık ve sağlıklı olduğunu söyleyemem. Bunun sebebi kötü bir insan ya da kötü bir baba olması değil, işleri ve ilgileri yüzünden sürekli meşgul olması, insan ister istemez her yere yetişemiyor. Ancak üniversite yıllarımda hem hayallerimizin benzeşmesi hem de kaderin bizi sürüklediği yer itibariyle hem birbirimize daha yakın olduk hem de aramızdaki ilişki bu süreçte gayet pekişti.

Babam İsmet Eraydın bugün hala daha şehirden gayet soyut olan bir köyde dünyaya geldi, ailesinin en küçük çocuğuydu. Dedem Almanya’da çalıştığı için babam, kendi babasının yıldan yıla görerek büyüdü. Yıllar sonra çektiği ilk uzun metraj filmi “Tepenin Uşakları”nda baba karakterinin Almanya’dan gelip bir anda ortadan kaybolması da belki bilinçsizce de olsa bu baba meselesinin dışa vurumu gibi gelmiştir bana hep, eleştirenler insanlar genellikle “bu baba karakteri Almanya’dan geliyor ama sonra ortadan kayboluyor” diye sorarlar, sebebi bu mudur bilmiyorum ama ben böyle yorumluyorum. Babamın gençlik yılları Akçaabat’ta köyünde geçiyor, şiir okumayı seven bir çocuk, sanatla ilk karşılaşması şiirle oluyor. Lise yıllarındaysa tiyatroyla karşılaşıyor, lisenin tiyatrosunda sahne alıyor. O sahneden kalma bir fotoğraf hala duruyor, babama siyah boyadan sakal yapılmış, kafasında dokuz köşeli bir kasket, üstünde kasketiyle aynı renk kumaştan bir yelek var, sırtında tüfek. Liseden sonra üniversiteye, Tıp okumaya gidiyor. Özellikle doktor olmak gibi bir hayali var mı bilmiyorum ama köyde, yoklukla geçen bir hayat yaşarken doktor olmak bir çıkış yolu olarak görünüyor insana. Okumaya Konya’ya gidiyor, babası ve abisi ile birlikte, birkaç gün sonra babası ve abisi Trabzon’a geri dönüyorlar, onları otobüse bıraktıktan sonra yaşadığı yalnızlık, bir başınalık duygusu çok yer ediyor onda, hala daha ara ara bahseder bundan.

Tıp okuduğu esnada özellikle tiyatroyla uğraşmıyor bildiğim kadarıyla, malum çok yoğun bir program ama şans eseri bulduğum mezuniyet yıllığını karıştırdığımda şunu görüyorum, kendisi bizzat mizahla ya da tiyatroyla uğraşmamışsa bile, uğraştığı her işe bunları da bulaştırmış. Yıllığın her yanında babamın bir karakteri taklit ettiği fotoğraflar var, bir nevi tıpçı Şarlo. Meslek hayatına başladığı ilk yer Manisa, Turgutlu. Ben de orada büyümüşüm tabii o yılları ancak fotoğraflardan gördüğüm kadarıyla biliyorum. Piknik fotoğrafları genelde, bağ bahçe gezmeleri. Yıllar sonra bir işim için İzmir’e gittiğimde babamın ilk görev arkadaşlarıyla zaman geçirdim, hepsinin babamla ayrı ayrı hikayeleri var ve hepsinde de babamın yine bir şeyleri parodileştirdiğini, bir şeyleri mizah yoluyla anlattığını görüyorum. Fakat babamın ilk kez bir doktor, bir baba, orta yaşlı bir adamdan farklı biri olduğunu ortaokul yıllarımda okuduğum bir köşe yazısıyla fark ettim.

Aynı Nick Cave’in babasının “Lolita”sı gibi benim babamın da Boyacı’sı vardı. “Boyacının Göz Yaşları” yerel bir gazetede çıkmış bir köşe yazısı, yazarı babam. Babam o yıllarda genellikle spor üzerine yazıyordu, ben de hayatımın hiçbir döneminde o kadar yakından spor takip eden biri olmadığım için açıkçası babamı yazılarını pek okumuyordum. Ancak “Boyacının Göz Yaşları”nı okuduğumda sarsılmıştım. Benim yıllardır baba, doktor, insan olarak gördüğüm bu adamın aslında içinde bambaşka bir dünya olduğunu fark ettim. Boyacı, babamın çocukluğunun geçtiği köydeki tepenin ismi, bu tepe koskoca köydeki en düz ve ağaçsız alan, bu sayede de çok güzel bir futbol sahası oluyor, ne yazık ki günün birinde köyün zenginlerinden bir adam tepeyi bir telekomünasyon şirketine satıyor, sanırım telefon teknolojisi köye gelecek ve oraya bir direkt dikilmesi gerekiyor, bu da tüm tepeyi mahvediyor tabii ki. Babamın çocukluğunda edindiği bu yara otuzlu yaşlarında dahi onu bırakmamış, “aman be direk dikeceklerdi işte biz de çocuğuz anlamamışız” dememiş, hala oranın çocukların hakkı olduğuna inanıyor ve hepm Boyacı’ya hem de çocukluğuna özlem duyuyor. Bu yazıdan sonra babamı daha dikkatli inceler oldum, onun da duyguları olduğunu, üzüldüğünü, özlem duyduğunu fark ettim. Babam yine de o yıllarda böyle duygusal bir yazı kaleme almadı bir daha yaşadığı şeyleri mizahla anlatmayı seçti. O yıllarda bir tiyatro grubu kurdu, üç kişiden oluşan bu ekip hastahanede yaşadıkları olayları mizahı bir dil kullanarak seyirciye anlatıyordu. Ölümler, hastalıklar, bekleyişler… hastahane, özellikle de acil servis aslında trajedinin bolca bulunduğu bir yer gibi görünse de babam buradan bir komedi çıkartmayı başarmıştı. Doktorları, hastaları, sistemi, hasta yakınlarını, sağlık çalışanlarını hem anlatır hem eleştirirken bu mizahı dili kullandı ve oyun büyük ses getirdi. Bu yüzden yine babam evden uzaklaştı, Türkiye’nin her yerine turneleri oluyordu, sağlıkçıların özel günlerinde, belediyelerin tiyatro günlerinde, etkinliklerde hulasa her yerde sahne alıyorlardı. Oyun toplamda üç yüz bine yakın insana ulaştı. Babam bu esnada sinemaya da yakınlaşıyordu.

Zaten çocukluğumdan beri hep bir kamerası vardı, bir şeyleri videoya alıyordu ama Aytekin Çakmakçı’yla tanışması onun sinemaya, hareketli görüntüye olan alakasını bir hayli pekiştirdi. Aytekin Çakmakçı’dan bir süre dersler aldıktan sonra ilk kısa filmi olan “Dasvidanya”yı çekti, ki bana sorarsanız babamın en iyi filmidir, Dasvidanya zorla fuhuş yaptırılan bir kadının yaşadığı acı dolu hayatından kısa bir kesit izletiyor seyirciye, ancak bu kısa kesit hem karakterlerin hem toplumun hem de politikanın bu rezalete nasıl yaklaştığını gözler önüne seriyor. Bu filmle Demir Elma Kısa Film Festivali’nde 2. oluyor.

 Birkaç yıl sonra ilk uzun metraj filmi “Tepenin Uşakları” geliyor. Tepenin Uşakları, aslında Boyacı’nın Göz Yaşları’nın sinemaya aktarılmış hali, filmin ismindeki Tepe, bizzat Boyacı Tepesi. Tepenin Uşakları, çok küçük bir prodüksiyonla, nerdeyse hiçbir oyuncusunun amatör tiyatrocu bile olmadığı, set ekibinin büyük çoğunluğunun ilk kez kamere, mikrofon vb. eşyaları gördüğü el yordamıyla çekilmiş bir film. Filmde yine babamın hayatı boyunca gördüğümüz bir şeyleri mizah yolula anlatma çabasını görüyoruz ancak diğer taraftan her ne kadar politik bir film olma iddiası taşımasa da yine “Dasvidanya” gibi politik bir tarafı da görünüyor, film seksenlerde siyasetten hiç anlamayan, köylü bir gencin hukuksuzca tutuklanmasıyla ve aynı şekilde yargılanmasıyla bitiyor. Tepenin Uşakları tabii ki bir arthouse, festival filmi olma iddiası taşımıyor ya da bir blockbuster film değil, en güzel kısmı da burası bana kalırsa Tepenin Uşakları, gişenin, festivallerin nasıl çalıştığını, neyin kazançlı olacağını pek de bilmeyen bir insanın anlatmak istediği samimi bir hikaye. Tepenin Uşakları yayınlandıktan sonra hiç beklemediğimiz bir ilgi görüyor, bu ilgi de ister istemez babamın sinema yolculuğunda motive edici bir etken oluyor. Bir yandan çalışma hayatına devam ederken bir yandan da sinema ve tiyatroya olan bağını sürdürüyor babam. Üçüncü film de yolda görünüyor bu sefer daha steril bir film, set ekibinin sektörden gelen insanlar olduğu, kamera önünde duran kişilerin okullu veya alaylı oyuncular olduğu bir iş.

Filmin ismi “Emicem Hospital”. Her ne kadar bu film, diğer işlerine nazaran daha az karakteristik ya da daha az öznel görünse de yine hiyerarşinin sorgulandığı, işçi mağduriyetlerinin hesabının sorulduğu bir film ve yine tüm bu gösterilenler mizah yoluyla önümüze seriliyor. Emicem Hospital diğer filmleri gibi başarılı olmuyor, bu süreçte de kendi hayatlarımızda da başka problemlerle uğraştığımız için babam sinemaya olan ilgisini seyirci olarak sürdürüyor. Ancak bu süreyi çok iyi değerlendiriyor, sinema üzerine yazılmış kuramsal metinlerden yönetmenlerin, senaristlerin yazmış olduğu hatıratlara, fikir yazılarına kadar geniş bir okuma yapıyor, dünyanın dört bir yanından filmler izliyor ve sinemaya olan ilgisini pekiştirirken, sinemaya dair bilgi birikimini de bir hayli geliştiriyor. Burada biraz kendimden bahsetmem yazının amacına aykırı gibi görünebilir ama ben bir İsmet Eraydın tanıtım yazısı yazmak yerine babam olan İsmet  Eraydın’ı yazmak istediğim için kendimin yaklaşımını da ekliyorum. Bir yazar olmak isteyen benim de herkes ve her sanatçı gibi sanattan bir beklentim ya da beni sanata yönelten bir şey var. Bu babam için de geçerli tabii, uzun bir süredir babamın motivasyonu ne diye düşünüyordum.

Bana kalırsa bir sanatçıyı tanımanın en iyi yolu işlerinden de önce onu bu işleri yapmaya neyin sevk ettiğini anlamak olacaktır. Benim şahsi düşüncem babamın motivasyonunun idealize ettiği “iyi” karakterinin var olduğunu hem kendine hem de izleyicisine kanıtlamak, hızlıca babamın ana karakterlerine baktığımızda karşımıza çıkan kişiler bir fahişeyi toplumun büyük çoğunluğu gibi hemencecik yargılamak yerine anlamaya çalışan, onun için kaygılanan bir erkek; hayali sevdiği kadınla evlenmek olan, çevresine karşı son derece iyi bir köylü genç, idama gitmeden önce bile herkesin iyiliğini isteyen naif bir mektup bırakıyor arkasında, kimseye kin kusmuyor; yine saf temiz kalpli bir doktor, aşkını itiraf ederken dahi utançtan eli kolu birbirine dolanıyor, amcasının ona kötü bir şey yapacağına inanmayan, hali vakti yerindeyken mağdur olmuş işçi arkadaşları için mücadele eden bir hademe… karakterlerin hepsinin bize aslında pek de gerçekçi gelmeyen bir “iyi” olma halleri var. Ben yıllarca bunu eleştirip filmlerin gerçekçilikten uzak olduğunu düşündüm ama şu an baktığım yerde bu gerçekçiliğin pek de şart olmadığını, babamın insanları dolandırmaya, milletin hakkına girmeye, hinlikle rakibini alt etmeye, bana dokunmayan yılan bir yaşasın demeye itiraz eden, varsın gerçeklikten uzak karakterler yaratmaya gayret ettiğini görüyorum. Kimisi sevdiği insanı etkilemek, saygı duyduğu birini övmek, içinde bulunduğu ruh halini anlatmak için bir şeyler yazar/çizer, babam da belki de tüm bu küçük hesaplardan uzak, saf, temiz insana bir hasret mektubu yazarcasına üretiyor işlerini. Son dönemlerde babamla birlikte bir hikaye yazdık, babam şu an bunu senaryolaştırıyor, imkan olursa ilerleyen günlerde çekimlere de başlamak istiyoruz. Hikayede yine bir aşık çiftimiz var ve birbirlerini çok seviyorlar. Ben kendi yazdığım hikayelerde hep tanışmaya çalışan, tanışamayan, birlikte olamayan insanları anlatırken babam tam tersine birlikte mutlu insanları anlatıyor, onun hayata karşı bu umudu olmasaydı dünya daha çirkin bir yer olurdu, en azından benim için. İki yıl önce şu an bu yazıyı yazdığım eve taşındığımız sırada balkonumuz bir bataklığa bakıyordu.

Toz, toprak, çamur, ilginç sinekler ve böcekler… bu evden nefret ediyordum, burayı kiraladığı için babama kızgındım. O ise balkondan bakıp burası çok güzel bir yer olacak diye beni avutuyordu. Bense bu umuda iyice sinir oluyordum. Şu an balkonumdan dışarı bakınca yapay da olsa insana huzur veren bir göl, etrafında çocukların, genç insanların koşuşturup oyun oynadığı yeşillik bir alan, hayattan zevk alan mutlu insanların konuşmaları, gülüşmeleri görünüyor. Bense iki yıldır burada asla güzel bir şeyin olmayacağına inanıyor ve biraz da kibirle haklı olduğumu, bunun aksini düşünmenin saçma olduğunu düşünüyordum.

Bana umutlu olmak için güzel bir şeylerin olmasını değil; güzel bir şeylerin olacağına inancımın olmasını öğreten babam’a.

Asım Eraydın  /Dragos 2020

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.